Milliyet gazetesi bir dönem okuyucularına Popüler Kültür adında bir ek sunuyordu. Sene 2003 falan olmalı. Çünkü ben o dönem Sosyoloji Bölümü’nde çaylak bir öğrenciydim. Bulduğum her şeyi okuyor, anlamaya çalışıyordum. Murat Belge, Can Dündar, Ünsal Oskay bu dönemde biriktirdiğim gazete ekinin fotoğraflarında yaşıyordu. İnternet bu kadar yaygın değildi, sosyal medya diye bir şeyin varlığından terim olarak haberdar değildik. Aynı dönemlerde Hasan Bülent Kahraman ile de tanıştım. Yazılarını su gibi okuyup düşünüyordum.
Sonra gazete bu eki kaldırdı falan. Arkasından bizim bildiğimiz gazetelerin hepsi birer birer tabloid gazetelere döndü. Siz, daha iyi bilirsiniz.
O dönem gazetede yazdığı yazıları bir kitapta toplayan Hasan Bülent Kahraman, Kitle Kültürü Kitlelerin Afyonu‘nda Türk pop kültürünü paçalarına kadar eleştiriyor. Kahraman’a göre pop kültürü sayesinde hepimiz bir aldanışın içindeyiz. Önümüze çıkan engelleri, yaşadığımız sıkıntıları ve çözümleri popun bize dayattığı sabun köpüğü eğlencesi yüzünden göremiyoruz. Bu yüzden de popüler kültür sanayileşiyor ve kitle kültürüne dönüşüyor.
Popüler kültürün sanayileşmesine en büyük katkı ise internet. Sosyal medyanın yaygın olarak kullanılmasıyla anonim kültürü her ne kadar azalmış gibi görünse de internet hala anonimliğin alkışlandığı en büyük iletişim aracı. Fakat tabii her anonim iyi niyetli değil. Özellikle son yıllarda nefret söyleminin hızla arttığı bir grafik gözlemliyorum.
Bu noktada Hasan Bülent Kahraman’ın Kitle Kültürü Kitlelerin Afyonu kitabının 200. sayfasından bir alıntı aklımı çeliyor. Buyrun, beraber okuyalım:
“…Benim sertlikten anladığım küfür, hakaret, işi derhal kişiliğe dökmek, karşıdakini hafife, alaya almak değildi.(Hele yazanın kişiliği ile uğraşmayı daha çocuk yaşımda hayretle karşılamıştım. Peyami Safa’yla Nazım Hikmet’in polemiğini okuduğumda neredeyse midem bulanmıştı.)Sertlik bir düşüncenin belli bir mantık ve bilgi temelinde lime lime edilmesi, çözümlenmesi, derinleştirilmesiydi. Bunun yapılmadığını, yapılmasına olanak verecek bir birikime sahip olmadığımızı gördüğümde polemikleri bir yana bıraktım.
Kaldı ki, artık hem edebiyat hem de edebiyat dergileri can çekişiyordu. Kimse meseleleri benim anladığım sertlikte tartışacak ölçüde ciddiye almıyordu. 19. yüzyıl Fransız edebiyat kamuoyunun bu halini verip hayatımıza armağan ettiği polemik artık kayboluyordu. Bunun yerine hayatın her noktasını sarmış “ucuzluk” alıyordu ve sıradanlık anlamına gelen didişme hem polemiğin yerini alıyor hem de hayatın her zerresinde yaşanıyordu.
Üstelik işin tekniği ve ortamı da değişmişti. Artık gazeteler, dergiler internetten yayınlanıyordu. İnternette, her yazının altında okurların görüşlerini bildirmesi için bir bölüm vardı. Siteler bu etkileşimi ayrıca teşvik ediyordu. Birkaç kez onları okumayı denedim. Okurun ne düşündüğünü öğrenmek önemli olmalıydı. Fakat kısa bir süre sonra anladım ki, bir yazının uyandırığı “genel” bir izlenimden söz edilemez. Her yazıyı beğenen de çıkıyor beğenmeyen de. Ama gene dikkatimi çeken şey, yazar kim olursa olsun gelen cevapların büyük kısmının hakaretle dolu olmasıydı.
Bunların bir bölümü, daha önce Perihan Mağden buna değinmişti, yazarla doğrudan uğraşan insanlar. İşleri güçleri biraz da bu. Birisine akıllarını takıp, onlar hakkında bir yargıda bulunup her defasında aynı şeyi dozu giderek artan bir hakaret ve şiddetle ifade ediyorlar. (Evet, bu işin arkasında yatan şiddeti görmezden gelmemek lazım.)
Bir diğer grupsa üslup nezaketi denilen şeyin farkında değil. Ulu orta konuşuyor. Meşruiyetinin ne olduğunuysa düşünmüyor. Meşruiyetin kişilik, makam, ünvan değil yazdığı şeyin içeriği, kapsamı, derinliği olduğunu bilmiyor.
Üçüncüsü ise söylenen her sözü istediğimiz şekilde söylemeyi demokrasi sanmamız. Evet, internet kanalları en çok buna hizmet ediyor: okul, kışla, cami, ev, ebeveyn baskısından bunalmış insanın içindeki şiddeti boşaltmasına ve özgürlüğü tanımamış toplumun başıboşluğu ve “serbestliği” özgürlük sanmasına. Oysa özgürlüğün, tam tersine denetimle, öz-denetimle oluşacağını, bu insanlar ne düşünmüşler ne de biliyorlar. Fakat, suç galiba onlarda değil. Sabahtan akşama kadar televizyonlarda birbirini gırtlaklamaya, boğazlamaya çalışan aydınlar, akademisyenler var. Sokaklarda insanlar birbirleriyle konuşmuyor, herkes karşısındakine hakaret ediyor. Bunu, artık Türkçe diye bir dil kalmadığından davranışla, el kol hareketi ile yapıyorlar.
Şimdi, yazarlar buna alet edilmiş, ne yapalım. Her halde o da onların “kamusallıklarının” bir parçasıdır…”