Her gün sabah iPhone’umun alarmı ile 07:20’de uyanıyorum. Önce banyoya giriyor, elimi yüzümü yıkadıktan sonra Vichy’den aldığım ürünlerle yüzümü temizliyorum. Sonra üstümü değiştirip mutfağa giriyorum. Kahvaltımı yapıyorum. Kahvaltı esnasında iPad’imden sabah haberlerini okuyorum. İşim bitince de kahvaltı bulaşıklarını makineye yerleştirip hızlıca ayakkabılarımı giyiyorum, çantamı alıp evden çıkıyorum.
Yaklaşık 15 dakikalık sabah koşturmasında kullandığım ürünlerin hemen hepsini markasıyla andım. Muhtemelen siz de benim gibisiniz. Birçoğunuz farkında ya da değil, ama hayatınızın her anında sizi tanımlayan şeyler markalar.
Üzerinizdeki kıyafetleriniz, yedikleriniz, içtikleriniz, kullandığınız ürünler… Hepsinin markası var ve sizin tamamlayıcılarınız haline gelmiş durumdalar.
Satın almadığım zamanlarda yaşadığım bitkinlik duygusunu, olamamışlığı nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Hiçbir şey alamıyorsam bile bakkala gidip hiç ihtiyacım olmadığı halde abur cubur alıyorum. Düşünüyorum, hiç satın almadığım bir gün oldu mu acaba? Bulamıyorum. Kendime değilse bile ev alışverişi yapıyorum. Domates, peynir, pirinç… vs.
İki kişilik ailemizde çıkan çöpü tahmin edemezsiniz. Hemen hepsi de ambalaj. Bu çöp nerede geri dönüşüyor? Geri dönüşmeyenler nereye atılıyor? Bu ürünlerin üretiminde ve yok edilişinde kimler çalışıyor? Ne yaşıyorlar? Bu sorulara cevap ararken elimdeki bisküvi çoktan bitiyor. Sonra kilo vermek için diyetisyene gidiyorum, spor salonuna yazılıyorum.
Böyle bir kısır döngü.
Oysa dünya nüfusunun %12’si yetersiz besleniyor, açlıkla mücadele ediyor. Yılda 10 milyon insan açlıktan hayatını kaybediyor ama benim gibi tüketim çılgınlarının dünyadaki gıda israfı 1.3 milyar ton.
19. yüzyılın başlarında İngiliz iktisatçı Thomas Robert Malthaus, nüfus artışı ile gıda tüketimi arasında bir dengesizlik olduğunu bu dengesizliğin de ancak yoksullara yardım yapmaktan vazgeçerek çözüleceğini söylemişti. Yoksulları kollamak, onlara yardım etmek ve insanları doğal felaketlerden korumak doğanın dengesine ihanetmiş.
Zenginler yaşasın, Fakirler Ölsün.
Malthaus’un bu neresinden tutsanız elinizde kalan teorisi, tam da medyanın zenginliği, lüks evlerde sefa içinde yaşamayı, ancak tüketerek mutlu olunabileceğini pompaladığı günümüze pek yakıştı.
Benim de içinde bulunduğum reklam sektörü, bizi ancak satın aldığımızda mutlu olacağımıza inandırıyor. Ben Marksist gelenekten gelmiyorum ama Marksist teorinin en sevdiğim kavramı meta fetişizmi. Sistemin içindeyiz ve hepimiz nesnelere tapınıyoruz. Bu nesneler, toplumsal ilişkilerimizi ve sınıfımızı da belirliyor. Marx’ın Das Kapital’de ortaya attığı da bu. Örneğin, soğuktan korunmak için kazak giyeriz. Bu kazağın kullanım değeridir.(use value) Ama GAP’ten satın aldığımız kazak bize aynı zamanda statü de kazandırır. Bu da kazağın değişim değeridir. (exchange value) GAP’ten kazak aldığımızda mutlu oluruz çünkü sistem bizim kulağımıza bunu fısıldar.
Bu sihirli fısıldama bize gerçek ihtiyaçlarımızı unutturur. Oysa biz ısınmak için giyiniyorduk. Doymak için yiyorduk, bir yerden bir yere gitmek için arabaya biniyorduk, arkadaşlarımızla/ailemizle iletişimde kalmak için telefon alıyorduk.
Ama sistem bize sadece temel ihtiyaçlarımızı karşılayarak mutlu olamayacağımızı söyledi. Önce bizde eksiklik duygusu yarattı ve sonra mutluluğa ulaşmak için satın almamız gerektiğini öğretti.
Tıpkı Malthaus’un dediği gibi oldu, zenginler yaşadı – fakirler öldü.
Peki, bu arada biz mutluluğa ulaştık mı?
Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı günü kapsamında paylaşılan bilgilere göre Türkiye’de her 4 kişiden 1’i hayatının bir döneminde depresyona giriyor. En çok karşılaşılan depresyon nedeni ise işsizlik ve parasızlık.
Meta fetişizmi ve zenginlik; güzel evlerde yaşamayı, pahalı arabalara binmeyi, markalı kıyafetler tüketmeyi öylesine pompalıyor ki yepyeni bir ibadethane cinsi çıkıyor karşımıza: alışveriş merkezleri. Hepimiz çok para kazanmalıyız. Çünkü ancak o zaman mutlu olabiliriz. Para her şeyi yapar, para mutluluğu satın alır.
Bonus track: Abba – Money, Money, Money
Ünlü düşünür ve siyaset adamı Benjamin Franklin, “Para her şeyi yapar diyen adam, para için her şeyi yapan adamdır./He that is of the opinion money will do everything may well be suspected of doing everything for money.” demiş.
Para ile mutluluk arasında nasıl bir korelasyon var ki? Evet, kapitalizmin buram buram koktuğu modern hayatlarda parasız yaşayamıyoruz. Faturalarımız, kredi kartlarımız, yol paralarımız… Temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için paramızın olması gerekiyor. Maaşımıza zam aldığımızda, prim ya da teşviklerle neşemiz yerine geliyor. Geçici olarak. Sonra yeniden üzülüyoruz, yüzümüz asılıyor.
Kuzey Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre yıllık geliri 75.000 doların altında olan insanlar kendilerini mutsuz olarak tanımlayabiliyorlar. Ama 75.000 doların üzerinde gelire sahip olanların mutlu olduğu ile ilgili de bir veri yok. Yine başka bir araştırmada LOTO kazanan insanlar son derece mutsuz olduklarını belirtmişler. Loto talihlilerinin ortak özellikleri, parayı sonuna kadar harcamak, borca batmak ve sosyal ilişkilerini yok etmek.
Parayı nasıl harcadığımız önemli
AsapSCIENCE‘ın yukarıdaki videosunu izlediğinizde bizi mutlu eden şeylerin metalar olmadığını görebilirsiniz. Kazandığımız parayla birilerine yardım etmek, seyahate çıkmak, yeni yerler görmek ve kültürler tanımak, hayatın tadını çıkarmak mutluluğumuzu perçinleyebilir.
Ve yaşamımızın son anında, huzurla nefesimizi verirken para bizi mutlu etmiş olur.
Doğru şekilde harcadığımız için.
Yazınızı sonuna kadar kelimesi kelimesine hatmettim, kesinlikle okunası bir yazı olmuş, tebrik ediyorum. İkiz babası olarak benim de en büyük korkum kendimiz gibi çocuklarımızı da bu kaos’a uygun yetiştirmek. 4 yaşındaki çocuklar bile bir şeyler almanın verdiği endorfinin bağımlısı oluyor. Eve geldiğimde geldiğime değil de aldığım bir şeylere sevinmeleri bir şeyleri yanlış yaptığımızın göstergesi sanırım.
Biz onlardan daha şanslıydık. En azından sokakta oyun oynamanın ne demek olduğunu biliyorduk. Belki çocukların artık sokağa çıkması, mahallede oynaması çok mümkün değil ama en azından haftasonları köye götürmek, hayvanlarla iç içe olmasını sağlamak önemli bir adım. Yorumunuz için teşekkür ederim. :)
Geri izleme: Sosyal Medya ile Yükselen Armağan Ekonomisi ve Sürdürülebilir Yaşam [Bölüm 1] | Işıl Yılmaz Sümer
Her yazınız dolu dolu ve çok güzel. Blogadresi ve burdaki yazılanları beğendim, hala çıkamadım blogunuzdan :))