İnsanların bir araya geldiği, yeni doğumların duyurulduğu, evliliklerin yapıldığı ve ailelerin ölen kişileri andığı bir tören düşünün. İnsanın aklına bayramlar geliyor. Hani, bizim bayramlarda da küsler barışır, aramızdan ayrılanlar anılır, evliler tebrik edilir falan ya.
Potlaç da öyle bir şey işte. Avrupalılar Amerika kıtasını talan etmeden önce, Kwakwaka’wakw kabilesi başta olmak üzere Kuzey Amerika kabilelerinin yaşam biçimiydi. Chinook jargonunda kelimenin tam karşılığı “vermek” anlamına geliyordu. İngilizcesi ile “to give” (böyle daha anlamlı oldu) Kabile üyeleri, yıl boyunca çektiği sıkıntıları potlaçta atlatıyor, bol bol müzik dinleyip dans ediyordu. Yıl boyunca biriken ya da elde kalan giysiler, yiyecekler vs. potlaç zamanında bir araya toplanıyor, kabile yaşlılarının denetiminde herkese eşit biçimde dağıtılıyordu. Burada amaç, farklılığı ve eşitsizliği önlemek.
Kuzeylilerin bu kültürüne eski Türklerde de rastlıyoruz. Artı ürün birikimini önlemek, eldeki fazlalığı toplumla paylaşarak hem toplumun bütünlüğünün hem de göçebe yaşamın kolaylaşmasını sağlamak için yapılan törenler. Elbette bu törenler sadece 1 ay sürüp, sonra yerini kapitalizmin dişli çarklarına bırakmıyordu. Bu, bir yaşam biçimiydi. Bir tür değiş-tokuş, takas sistemi; Avrupalılar gelmeden önce, ticaret ve ulaşımda kullanılan armağan ekonomisiydi.
Şimdilerde kapitalizmin dayattığı tüketim çılgınlığı ve arkasından gelen özel günlerde hediye satın alma bu eski kültürü canlı tutma çabası olabilir mi? Yok aynı şey değil, armağan ekonomisinde zorlama yoktur, oysa biz en basit örneği olan 3 gün sonraki Sevgililer Günü için bile aylar öncesinden televizyon, gazete, billboardlar, sms, e-mailler ya da sosyal medyadan tacize uğramaya başladık. Çünkü, artık hediye denince aklımıza dostluk değil para geliyor. Aldığımız hediyenin parasal değeri, etiketi maneviyatının önüne geçiyor. Gerçi paranın da ilk defa potlaç düzeninde ortaya çıktığını atlamamak gerekiyor. Her ne kadar o dönemki para, siyasal bir gücün göstergesi ve barışı sağlamaya yarayan bir araç olsa da :)
Kuzeyliler, eski Türkler ya da takas sistemi ile yaşayan diğer kültürler tarafından yıllarca çıkarsızca sürdürülen armağan ekonomisi, kapitalizme yenik düşünce Bourdieu ve Mauss gibi sosyal bilimciler eleştirilerini birer birer sisteme yöneltmişler. Mesela Mauss, armağan ekonomisinin çıkarsız gibi görünen çıkar olduğunu söylüyor. Bourdieu de hediye verme pratiğinin bir tür toplumsal aldatma olduğunu.
Ne olursa olsun, daha adil bir yaşam için armağan etme fikri bana kötü gelmedi. Bu konuda da uzun zamandır okumalar yapıyorum. Yıllık olarak, gardrop boşaltıp giymediklerimizi topluyor ve ihtiyacı olanlara veriyoruz. Freecycle gruplarına üyeyiz, kullanmadığımız her şeyi dağıtmayı seviyoruz. Parayla satmak değil, vermek. İlgili yazı: Para mutluluğu satın alabilir mi?
Ne acaip bi’ çocuksun sen ya!
Ben küçükken yaz tatilinin iki haftasını denize sıfır tatil köylerinde, iki haftasını da babamın köyünde geçirirdik. Bazen bu ikişer hafta arka arkaya denk gelirdi ve çocuk zihnim bulanırdı. Düşünsenize; iki hafta boyunca şehirli, modern insanların, yedikleri önünde yemedikleri arkalarında sofralarından, sarışın ve bakımlı bikinili kadınların çocuklarıyla oynadıkları kum havuzlarından yer sofrasında tek tabaktan 10 kaşıkla yenen topalak yemeğine, etli keşkeğe, kendi bokunu yiyen tavuklardan, başındaki fesle uzun donuyla köy çeşmesinden bidonuna su dolduran kadına geçişimin hızı inanılmazdı.
(Çeşme, 1988)
(Delibaşlı, 2011)
Zaten biraz da bu yüzden sosyoloji okumak istemiştim. Kendimi ve nereye ait olduğumu anlamak için. Çocukken bana iyi olan taraf, modern taraf gibi geliyordu hep. Çünkü, kolay ve hazırdı. Her şey paketliydi. El değmeden üretiliyordu, tadı nefisti. Odaların kokusu deterjanlıydı. Bakkal, manav, alışveriş merkezi, vitrin, televizyon, berjer koltuk, pufidik yastık, elyaf yorgan, tam otomatik çamaşır makinesi, kullan-at bebek bezi’nin karşılığı tarla, çamur, su motoru, pazar, geceleri yıldızları izlemek, yer minderi, sert yastık, yün yorgan ve çamaşıra dereye gitmekti. (Tabii bu dediklerim 20 sene önce için geçerli. Şimdi köyde herkesin uydu bağlantılı LCD ekran televizyonu, öyle bir geçer zamankisi, kuzey ile güneyi, karyolası, ankastre mutfağı bile var)
Halbuki ben çok sonra anladım, en iyi olan doğal olandı. Bugün İzmir’de orta-üstü bir mahallenin bakkalında köy yumurtasının tanesi 2 lira, saf tereyağı yok. Her şey hormonlu, monosodyum glutamatlı. Azıcık kendi sağlığını, çevresini düşünen biriyseniz doğal şeyler tüketmek istediğinizde sebzelerin fiyatlarının 3 kat arttığı, ekmeğin 4,5 lira olduğu falan bir sistemle karşılıyorsunuz. Yine aynı kısır döngü, sistemden bir türlü kurtulamıyorsunuz.
Ya da en azından, şimdilik, siz öyle sanıyorsunuz.
Sürdürülebilir bir yaşam, takas usulü ile yaşamak ve doğal hayata yavaş yavaş adapte olmak sosyal medya sayesinde mümkün hale geliyor. Bugün Freecycle grupları, Upcycle projeleri, takas sistemi ile hayatta kalabilmek, araba paylaşımı, ev paylaşımı gibi birçok konuda insanlar bildiklerini bloglar, mail grupları, Facebook sayfaları vasıtasıyla birbirileri ile paylaşıyorlar ve organize oluyorlar.
Yazımın ikinci bölümünde bu gruplardan ve örgütlenmeden bahsedeceğim.
Geri izleme: Sosyal Medya ile Yükselen Paylaşım Ekonomisi ve Sürdürülebilir Yaşam [Bölüm 2] | Işıl Yılmaz Sümer